97 Yıl Önce Bu Saatler Şimdi…
Onlar; Daha bıyıkları, tam bıyık da değil hani bir iki tane tüy, yeni yeni terlemeye başlamış, sapan elinde, taşlar cebinde, kanı kaynayan, ergenlik sivilceleri yüzünde, boynunda dayanılmaz kaşıntı ile benek benek dökmeye başlamış çocuklardı,
Kundağa sarılmış, daha ilk sözünü duymayı veya sadece eşinin karnının üzerinden sevip doğmamış bebeğini, heyecanla bekleyen babaydılar,
Ayağında takunyası, sırtında kollarını geçirmeden omuzlarına attığı ceketi, elinde tespihi ile mahallenin havalı delikanlısıydılar,
Gönlüne ateş düşmüş bir kere o güzele, uzaktan uzağa görse dahi yüzü kızarmakta, utanmakta, bir iki kelam etsem açsam kendimi ona, tersler mi ki acaba, kırar mı gururumu, neyse başka sefere deyip geri çekilen, gaz lambası ışığında geceleri gizlice mısralara içini döken platonik âşıktılar,
Tıbbiyeye gidiyordu, bir hayali vardı; doktor olacaktı, köyüne dönüp önce yaşlı anasının ayaklarını iyi edecekti, genç yaşta kaybettiği sevdikleri gibi olmayacaktı diğerleri, gecesini gündüzüne katmıştı, beyaz önlük de bir güzel yakışıyordu ki doktora;
Tarlasını gezdi, eline toprağını alıp yokladı, sürülme zamanı gelmişti, ekme zamanı da iyice yaklaşmıştı, sütünden etinden yararlandıran hayvanlarını, yanından ayrılmayan sadık dostunu, ulaşımda sırtına bindiği atını, nankörde olsa sırnaşık kedisini besledi, sevdi onları, bir adım sonrasını düşünen çiftçiydiler, çobandılar…
…
Çanakkale’ nin boğazı öylesine kana susamıştı ki; içtikçe içiyordu, aldıkça alıyordu canları…
Boğaza girilmiş, Başkent gitmiş gidiyordu, Dünyanın en güçlü orduları, en vahşi makineleri ile, sömürge oluşturdukları yerlerden getirdikleri sefiller ile geçmeye kararlıydı, ulaşacaktı, ulaşmalıydı, açmalıydı o yolu Rusya’ ya…
Bayrak inmemeliydi, inemezdi!
Dedelerinin, ninelerinin ellerini öptüler, annelerine sıkıca sarıldılar, nasıl bir sıkılık hem de,
Kundaktaki; o daha ilk sözcüklerini dahi duymadığı bebeğini sıkıca bastı bağrına, kulağına geleceğim senin için diyordu ama…
Yârini aldı karşısına, öptü, kokladı, ağlayacaktı, bu sondu, daha doymamıştı, gözleri yaşarmıştı ama sel içine akıyordu boğazından… Yakışır mıydı erkeğe hüngür hüngür ağlamak…
Sırtına ceketini astı yine omuzlarından, gıcır gıcır boyalı takunyalarını geçirdi ayağına, dedesinin hacdan getirdiği yadigâr tespihi aldı eline, yarın yola çıkmadan önce, topladı arkadaşlarını şöyle geçtiler son kez mahallelerden, sokaklardan var mı karşımda duracak bir babayiğit edasıyla, karşılaşanlara sağ el göğüste eyvallah selamı ile…
O kızı gördü yine, bir uhde idi içinde açılamadığı, koklayamadığı çiçekti o dalında duran, yanına gitti çekince yoktu, dün gece yazdığı şiiri çıkardı kalbinin üzerindeki cebinden ona uzattı, ne olursa olsun artık mesuttu, “güle güle git, gel” dedi karşıdaki ağlamaklı ses, utangaç bir öpücük kondurdu yanağına…
Beyaz önlüğünü giydi, cepheye gidecekti, başka bayrak altında sömürge olarak, başkalarına değil kendi bayrağı altında kendi halkı için çalışmak istiyordu…
Hani derler ya arkalarına bile bakmadılar diye, hayır; arkalarına baktılar, ne gidenler ayrılmak istiyorlardı, ne geride kalanlar, su atıldı arkalarından; “yine gel” diye ama; giden de arkada kalan da biliyordu ki; bu gidişin dönüşü olmayacaktı.
Cepheye gidiyorlardı, hepsi imparatorluğun farklı yerlerindendi, farklı meslekleri vardı, şimdi ise hepsi birer savaşçı vatansever, aynı araçta, yan yana, aynı yere, aynı gaye uğruna gidiyorlardı…
Çanakkale geçilmez!
Ama hangisinin gözünde korkuyu görebilirdiniz ki;
97 yıl önce bu saatler şimdi, siperlerde ileri komutunu bekliyorlar hep birlikte, komutanlar en önde, verilen emir ile birlikte artlarına bakmadan atılıyorlardı düşman mermilerine karşı, arkalarına bakmıyorlardı da gözlerinin önündeydi mahalle, evde bekleyenler, ağlayan bebek, hamile eş, öpücük konduran sevgili, anne, nine, dede, sarıkız, karabaş, Anadolu…
Geriye dönmeyi düşünmediler,
Etten duvar ördüler vücutlarından,
Takvim yaprakları 18 Mart 1915’ i gösterdiğinde bir destan yazdılar dünya tarihine,
Düşmanların ülkelerine çektikleri bilgilendirme telgraflarında yazıyordu ismi,
Çanakkale geçilmedi, geçilemez…
bir hilal uğruna ya RAB ne güneşler batıyor