Cumhuriyete ve Yeni Türkiye’ nin Kuruluşuna Doğru
Çeşitli direnişler ve millî sır
Beliren Millî Mücadele, dış istilâya karşı vatanın kurtuluşunu biricik hedef saydığı halde bu Millî Mücadele’ninbaşarıya ulaştıkça, evre evre bugünkü döneme kadar millî irade yönetiminin bütün esaslarını ve şekillerini gerçekleştirmesi doğal ve kaçınılmaz bir tarihsel gidiş idi. Bu önüne geçilmez tarihsel gidişi, geleneksel alışkanlığıyla derhal hisseden padişah hanedanı, ilk andan itibaren Millî Mücadele’nin amansız düşmanı oldu. Bu kaçınılmaz tarihsel gidişi ilk anda ben de gördüm ve hissettim. Fakat, sonuna kadar devam eden bu duygularımızı ilk anda tam olarak göstermedik ve ifade etmedik. Gelecek ihtimaller üzerine fazla demeç, giriştiğimiz gerçek ve maddî mücadeleye, hayal niteliğini verebilirdi; dış tehlikenin yakın etkileri karşısında, etkilenenler arasında, geleneklerine ve fikrî yeteneklerine ve ruhî durumlarına uymayan muhtemel değişikliklerden ürkeceklerin, ilk anda direnmelerini uyarabilirdi. Başarı için pratik ve sağlam yol, her evreyi zamanı geldikçe uygulamaktı. Milletin gelişme ve yükselmesi için kurtuluş yolu bu idi. Ben de böyle hareket ettim. Ancak bu pratik ve emin başarı yolu, yakın çalışma arkadaşım olarak tanınmış kimselerden bazılarıyla aramızda, zaman zaman görüşlerde, davranışlarda, yapılan işlerde önemli veya ikinci derecede birtakım anlaşmazlıkların, gücenmelerin ve hattâ ayrılmaların da sebebi ve açıklaması olmuştur. Millî Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, millî yaşamın bugünkü cumhuriyet ve cumhuriyet yasalarına kadar gelen gelişmelerinde, kendi fikrî ve ruhî yeteneklerinin kavrayış sınırı bittikçe, bana karşı direnişe ve muhalefete geçmişlerdir. Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse, diyebilirim ki, ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme yeteneğini, bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş, bütün toplumumuza uygulatmak zorunluğunda idim.
1927 (Nutuk I, s. 15-16)
Kararın uygulanması
Verdiğimiz kararın uygulanmasını temin için henüz milletin alışık olmadığı sorunlara değinmek gerekiyordu. Herkesçe söz konusu olmasında büyük sakıncalar düşünülen hususların konuşulmasında kesin zorunluk bulunuyordu.
Osmanlı hükümetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek gerekiyordu. Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silâhlı olarak karşılık vermek ve onlarla mücadele etmek gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gerek ve zorunluklarını ilk gününde göstermek ve ifade etmek, elbette doğru olmazdı. Uygulamayı birtakım evrelere ayırmak ve vakalar ve olaylardan yararlanarak milletin duygularını ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz yıl içinde yaptıklarımız bir mantık dizisi ile düşünülürse, ilk günden bugüne kadar izlediğimiz genel doğrultunun, ilk kararın çizdiği çizgiden ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden görünür.
1927 (Nutuk I, s. 14-15)
Zamanın seçilmesi
Zamanında hiçbir şeyi kaçırmamak ve zamansız hiçbir şeye uzaktan yakından girişmemek, başlıca dikkatimizi oluşturmalıdır.
1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K. Atatürk’le Beraber, Cilt.I, s.85)
Bir işi zamansız yapmak, o işi başarısızlığa uğratmak olur. Her şey sırasında ve zamanında yapılmalıdır.
1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.ÖK. Atatürk’le Beraber, Cilt.I, s.235)
İstediklerimizin hepsi olacaktır. Ancak zamanını seçmek gerekir. Her şeyi birden yapamayız; sıra beklemek, tepkiye meydan bırakmamak zorundayız. Dediğim gibi, bazen hedefe dolambaçlı yollardan gitmek, cephe hücumundan daha güvenli ve daha sağlamdır.
1922 (Süreyya Sami Berkem, Unutulmuş Günler, s. 101)
iki fikrin savaşımı
Saltanat döneminden cumhuriyet dönemine geçebilmek için, herkesin bildiği gibi, bir geçiş dönemi yaşadık. Bu dönemde, iki fikir ve görüş, birbiriyle ara vermeden mücadele etti. O fikirlerden biri saltanat döneminin devam ettirilmesiydi. Bu fikrin taraftarları belli idi. Diğer fikir, saltanat yönetimine son vererek cumhuriyet yönetimi kurmaktı. Bu bizim fıkrimizdi. Biz, fikrimizi açık söylemekte sakınca görüyorduk. Ancak görüşümüzün uygulanma yeteneğini saklı tutup zamanı geldiğinde uygulayabilmek için, saltanat taraftarlarının fikirlerini uygulama alanından uzaklaştırmak zorunluğunda idik. Yeni yasalar yapıldıkça, özellikle Anayasa yapılırken, saltanat taraftarları padişah ve halifenin hak ve yetkilerinin belirtilmesinde ısrar ederlerdi. Biz, bunun zamanı gelmediğini veya gereği olmadığını bildirerek o yanı söylemeden geçmekte fayda görüyorduk.
Devlet yönetimini, cumhuriyetten söz etmeksizin, millî egemenlik esasları içinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen biçimde şekillendirmeye çalışıyorduk. Büyük Millet Meclisi’nden daha büyük makam olmadığını aşılamada ısrar ederek, saltanat ve hilâfet makamları olmaksızın, devleti yönetmek mümkün olduğunu kanıtlamak gerekli idi. Devlet Başkanlığından söz etmeksizin, onun görevini gerçekte Meclis Başkanı’na gördürüyorduk. Uygulamada, Meclis’in Başkanı, İkinci Başkan idi. Hükümet vardı; fakat “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” unvanını taşırdı .Kabine sistemine geçmekten kaçınıyorduk; çünkü hemencecik saltanatçılar, padişahın yetkisini kullanma gereğini ortaya atacaklardı.
İşte, geçiş döneminin bu mücadele evrelerinde, bizim kabul ettirmek zorunluğunda bulunduğumuz aracı şekli, Büyük Millet Meclisi Hükümeti sistemini, haklı olarak eksik bulan, meşrutiyet şeklinin açıkça ifadesini temine çalışan muhaliflerimiz, bize itiraz ediyorlar, diyorlardı ki, “Bu yapmak istediğiniz hükümet şekli neye, hangi yönetime benzer?” Amaç ve hedefimizi söyletmek için yöneltilen bu çeşit sorulara, biz de, zamanın gereğine göre cevaplar vererek saltanatçıları susturmak zorunluğunda idik.
1927 (Nutuk 11, s. 838-839)
1921 ve 1924 Anayasalarında düğüm oluşturan noktalar
Hilâfet ve din sorunlarıyla uğraşıldığı sıralarda, kamuoyu ve özellikle aydın kamuoyu için Anayasa’da bir noktanın düğüm oluşturduğunu öğrendik. Cumhuriyet ilânından sonra da, yasada, aynı düğüm korunduktan başka, düğüm oluşturacak ikinci bir noktanın daha konulduğunu görenler, şaşkınlıklarını gizlememişlerdi ve bugün de gizlememektedirler.
Bu noktaları açıklayayım; 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa’nın 7. ve 21 Nisan 1924 tarihli Anayasa’nın 26. maddesi, Büyük Millet Meclisi’nin görevlerinden söz eder. Maddenin başında, Meclis’in ilk görevi olmak üzere “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” vardır. İşte, bunun nasıl bir görev ve şeriat hükümlerinden amacın ne olduğunu anlamakta tereddüde düşenler vardır. Çünkü Büyük Millet Meclisi’nin, adı geçen maddede, “Yasaların yapılması, değiştirilmesi, yorumu ve kaldırılması ve diğer” sayılan ve belirtilen görevleri o kadar geniş ve açıktır ki, “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” diye ayrıca ve bağımsız olarak bir klişenin varlığı gereksiz görülmektedir. Çünkü şer’ demek yasa demektir. Şeriat hükümleri demek, yasa hükümleri demekten başka bir şey değildir ve olamaz. Başka türlüsü, çağdaş hukuk görüşleriyle uyuşamaz. Bu böyle olunca, “şeriat hükümleri” ifadesiyle amaçlanan mâna ve anlamın büsbütün başka bir şey olması gerekir.
Efendiler, ilk Anayasa’yı hazırlayanlara kendim başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz yasa ile, “şeriat hükümleri” ifadesinin bir ilişkisi olmadığını anlatmaya çok çalışıldı. Fakat, bu ifadeden, kendi yanlış inanışlarınca, bambaşka anlam düşünenleri ikna mümkün olmadı.
İkinci nokta Efendiler, yeni Anayasa’nın ikinci maddesinin başında.. “Türkiye Devletinin dini, İslâm dinidir” cümlesidir. Bu cümle, daha Anayasa’ya geçmeden çok evvel, İzmit’te, İstanbul ve İzmit basın mensuplarıyla uzun bir görüşme ve konuşmamız esnasında, kendileri ile konuştuğum kişilerden birinin şu sorusu ile karşılaştım: “Yeni hükümetin dini olacak mı?” İtiraf edeyim ki, bu soru karşısında kalmayı hiç de arzu etmiyordum. Sebebi, pek kısa olması gereken cevabın o günkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemiyordum. Çünkü, vatandaşları içinde çeşitli dinlere bağlı unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında adilâne ve tarafsız davranmak ve mahkemelerinde vatandaşları ve yabancılar hakkında eşit adalet uygulamakla görevli olan bir hükümet, fikir ve vicdan özgürlüğüne uymak zorundadır. Hükümetin bu doğal niteliğinin, şüpheli anlam verilmesine sebep olacak niteliklerle kayda bağlanması elbette doğru değildir.
“Türkiye Devleti’nin resmî dili Türkçe’dir” dediğimiz zaman, bunu herkes anlar. Hükümetle resmî işlemlerde, Türk dilinin geçerli olması gereğini herkes doğal bulur. Fakat, “Türkiye Devleti’nin dini, İslâm dinidir” cümlesi aynı şekilde mi anlaşılıp kabul edilecektir? Bu şüphesiz, açıklama ve yorumu gerektirir. Efendiler, gazeteci muhatabımın sorusuna, hükümetin dini olamaz! diyemedim; aksini söyledim. “Vardır Efendim; İslâm dinidir” dedim. Fakat hemen arkasından “İslâm dini fikir özgürlüğüne sahiptir” cümlesiyle cevabımı açıklama ve yorumlama gereğini hissettim. Demek istedim ki, hükümet, fikir ve vicdana saygı göstermekle kayıtlı ve görevli olur. Karşımdaki kişi, verdiğim cevabı, şüphesiz, makul bulmadı ve sorusunu şu tarzda tekrar etti: “Yani hükümet bir dine bağlı olacak mı?”, “Olacak mı, olmayacak mı bilmem!” dedim. Sorunu kapatmak istedim. Fakat, mümkün olmadı. O halde, denildi; herhangi bir sorun hakkında inancım ve düşüncelerim çerçevesinde bir fikir ortaya atmaktan hükümet beni menedecek veya cezalandıracaktır. Halbuki herkes, kendi vicdanını susturmaya imkân görecek mi? O zaman, iki şey düşündüm. Biri: Yeni Türkiye Devleti’nde her ergin kişi dinini seçmekte serbest olmayacak mıdır? Diğeri: Hoca Şükrü Efendi*’nin: “Bazı din bilgini arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi, şeriat kitaplarında mevcut belli ve değişmez İslâmî hükümleri yayımlayarak… yanıltıldığı maalesef görülen İslâm kamuoyunu aydınlatmayı gerekli bir görev saydık” girişinden sonra ifade edilen “İslâm Hilâfeti, din emrini koruyup yaymakta Peygamberliğin yerini almaktır; şeriat hükümleri koymak hususunda Resul-ü Ekrem Efendimiz’in vekilidir.”
Oysa ki, Hoca’nın sözlerini uygulamaya kalkışmak, millî egemenliği, vicdan özgürlüğünü kaldırmaya çalışmaktı. Bundan başka Hoca’nın bilgi hazinesi, Yezitler zamanında yazdırılmış ve istibdat yönetimine özgü formülleri kapsamıyor muydu? O halde kavramı ve anlamı, artık herkesçe tamamen anlaşılmış olan devlet ve hükümet tabirlerini ve millet meclisleri görevlerini, din ve şeriat kılıklarına bürüyerek kim ve ne için aldatılacaktır? Gerçek bundan ibaret olmakla beraber, o gün İzmit’te, basın mensuplarıyla bu konu üzerinde, daha fazla karşılıklı konuşma gerekli görülmedi.
Cumhuriyetin ilânından sonra da, yeni Anayasa yapılırken, lâik hükümet tabirinden dinsizlik anlamı çıkarmaya eğilimli ve vesileci olanlara fırsat vermemek amacıyla, yasanın ikinci maddesini anlamsız kılan bir tabirin girişine göz yumulmuştur. Yasanın, gerek 2. ve gerek 26. maddelerinde, gereksiz görünen ve yeni Türkiye Devleti’nin ve cumhuriyet yönetimimizin çağdaş karakteriyle uyuşmayan ifadeler, devrim ve cumhuriyetin o zaman için sakınca görmediği ödünlerdir. Millet, Anayasamızdan, bu fazlalıkları ilk uygun zamanda kaldırmalıdır.**
1927 (Nutuk II, s. 714-717)
İzlenen yol
Biz de, uygulanamayacak fikirleri, kuramsal birtakım ayrıntıları yaldızlayarak, bir kitap yazabilirdik; öyle yapmadık. Milletin maddî ve manevî yenileşme ve gelişmesi yolunda yaptığımız işlerle, söz ve kuramlardan önce davranmayı yeğledik. Bununla beraber, “Egemenlik milletindir”, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin dışında hiçbir makam, millî yazgıya egemen olamaz”, “Bütün yasaların düzenlenmesinde, her çeşit kuruluşta, yönetimin bütün ayrıntılarında, genel eğitimde, ekonomik işlerde, millî egemenlik esasları dahilinde hareket olunacaktır”, “Saltanatın kaldırılması hakkındaki karar değişmez kuraldır” gibi bilinmesi gereken önemli noktalar ve mahkemelerin düzeltileceği ve bütün yasalarımızın hukuk biliminin ilerlemelerine göre yeni baştan düzenlenip tamamlanacağı, aşar usulünün değiştirileceği, millî bankaların sermayesinin artırılacağı, gereksindiğimiz demiryollarının yapımına, öğretim birliğine derhal girişileceği ve yürürlükteki askerlik hizmet süresinin indirileceği, memleketin bayındır hale getirileceğine çalışılacağı vb. gibi önemli ve acele gereksinimler, ilkelerin dışında kalmamıştı. 1927 (Nutuk II, s. 719)
Saltanatın Kaldırılması
1 Kasım 1922 günü, Osmanlı Saltanatı’nın kaldırılmasına dair önergeleri görüşmek üzere toplanan Anayasa, Seriye ve Adalet Komisyonlarının ortak toplantısında söylemiştir:
Egemenlik ve saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye bilim gereğidir diye görüşme ile, tartışma ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğuları, zorla Türk milletinin egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı; bu zorla el koyuşlarını altı yüzyıldan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de, Türk milleti bu saldırganların cezalarını hatırlatarak, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline açıkça almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? sorunu değildir. Sorun, zaten oldubitti haline gelmiş bir gerçeği ifadeden ibarettir. Bu, kesinlikle olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek gerektiği şekilde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.
1922 (Nutuk II, s. 691)
Vahdettin’in yurt dışına kaçışı
Her ne sebep ve şekilde olursa olsun, Vahdettin gibi özgürlük ve hayatını milleti içinde, tehlikede görebilecek kadar adî bir yaratığın, bir dakika dahi olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne acıdır! Teşekküre değerdir ki bu alçak, kendine miras kalmış saltanat makamından, millet tarafından düşürüldükten sonra, alçaklığını tamamlamış bulunuyor. Türk milletinin bu önce davranışı, elbette takdire lâyıktır.
Âciz, adî, his ve anlayıştan mahrum bir yaratık, kabul eden herhangi bir yabancının himayesine girebilir; fakat, böyle bir yaratığın, bütün İslamların halifesi sıfatını taşıdığını ifade etmek elbette uygun değildir. Böyle bir görüşün doğru olabilmesi, her şeyden önce bütün İslâm kitlelerinin tutsak olmaları şartına bağlıdır. Halbuki, dünyada gerçek böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihî yaşamımızca özgürlük ve bağımsızlığa örnek olmuş bir milletiz! Değersiz hayatlarını iki buçuk gün fazla, sefilce sürdürebilmek için, her türlü aşağılığı uygun gören halifeler oyununu da sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Bu suretle devletlerin, milletlerin birbirleriyle ilişkilerinde, kişilerin, özellikle bağlı olduğu devlet ve milletin zararına da olsa, kişisel durum ve yaşamlarından başka bir şey düşünemeyecek alçakların önemi olamayacağı bilinen gerçeğini doğruladık.
Milletlerarası ilişkilerde, mankenlerden yararlanma sistemine rağbet dönemine son vermek, uygar dünyanın samimî temennisini oluşturmalıdır.
1927 (Nutuk II, s. 694)
2. Meşrutiyet ile saltanatın kaldırılması arasındaki fark
Bu iki devrim arasındaki fark, tarif olunamayacak derece de büyüktür, zannederim. Birincisi, milletin yaradılıştan aradığı özgürlük havasını soluduğunu zannettiren bir hare- kettir. Fakat ikincisi, milletin özgürlük ve egemenliğini fi- ilen maddeten belirleyen ve ilân eden bir mutlu devrimdir ve şüphe yok, yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada önem verilmeye lâyık bir yeniliktir. 24 Temmuz devrimi, bir zorba hükümdarla millet arasında en nihayet kayıt ve şartlar ile denge arayan bir düşünüş biçimini elde etmeye yönelik idi; halbuki son devrim, meşrutiyet usulünü de milletin özgürlük ve bağımsızlığı için yeterli göremez ve kayıtsız şartsız egemenliği, milletin sorumluluğunda tutan esaslı bir ilkeye dayanır. Bu ilkeyi belirleyen şekil, hiçbir zaman da eski şekillerle karşılaştırma kabul edemez.
1922 (Atatürk’ün S.D.III, s. 53)
Saltanatın ve hilâfetin zararları
O saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler, yüz- yıllarca bu milleti dalgın bıraktılar; onu aydınlığa koşmak- tan alıkoydular. Onlar, bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda düşünürlerdi. Biri paraya, diğeri askere gereksinim duydukları zaman! Bir yandan memleketi soyarlar, diğer yandan milletten aldıkları askerle Viyana’yı, Mısır’ı, İran’ı zapt için fetihlere kalkarlardı. Halbuki milletin o zaferlerde hiçbir millî emeli, vicdanî arzusu ve çıkarı yoktu. Onların tutkusu, onların şan ve şerefi için, bu milletin evlâtları bir daha dönmemek üzere onların arkasından sürüklenirlerdi. Sonra onların, saraylardaki gösterişi sağlamak için paraya gereksinimleri vardı. Bu parayı milletten sopa ile alırlardı. Bütün bunların sonucu milleti fakirliğe, haraplığa, sonunda ölümün kıyısına götürdü. İşte bu yönetim biçimine padişahlık yönetimi denir. Bu yönetimi bir daha dirilmemek üzere tarihe gömdük.
1923 (Atatürk’ün S.D. 11, s. 121)
Sarayların içinde Türk’ten başka unsurlara dayanarak, düşmanlarla anlaşarak Anadolu’nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından kovulması, düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, S. 179-180)
Bugün geçmişten kuvvetliyiz. Bugün geçmişe oranla daha büyük bir yeteneğe ve yaşama kudretine sahibiz. Bu üstünlüğü yapan nedir? Bunun gerçek sebepleri iki kuralın anlamında saklıdır. Bu kurallardan birisi Misak-ı Millî, ikincisi egemenliği kayıtsız şartsız milletin elinde tutan Anayasamızdır. Millet ancak millî egemenliğini eline alarak kurduğu yeni devlet ve yeni nitelikteki yönetim sayesinde kendi yaşamı ve memleketin korunmuşluğu için gerekli olan şartları ve pek büyük olan zaferi sağlamıştır. Fakat bugüne kadar elde edilmiş olan esaslı noktaları saklı bulundurmak ve geleceğe yükselme ve ilerleme ümitlerinin güvenle yaşadığına inanmak için en başta millî egemenliğimizin her şeyden korunmuş olarak milletin vicdanında, kalbinde ve bütün maneviyatında yok edilmeyecek bir şekilde kazılmış olduğunu görmek ve bilmek gerekir. Benim bildiğime göre millet bu yaşamsal gerçeği bütün kapsamıyla kavramıştır. Millî egemenlik ve onun korunmasını üzerine alan bugünkü yönetimimizin şekli ve niteliği yalnız gelecekte mutluluğumuzu değil, belki şerefimizi, namusumuzu ve bütün manevî niteliklerimizi sağlar. Efendiler! Zorlayıcı olayların yönlendirmesi ve etkisi altında toplanan yüksek Meclisiniz, bu devlet ve milletin şekil ve niteliğini en kesin bir biçimde belirlemiş ve Anayasa ile onun kesin hükümlerini gerçekleştirip pekiştiren 1 Kasım 1922* kararını oybirliğiyle kabul ederek yeni Türkiye Devleti’nin esaslarını ortaya koymuştur. Misak-ı Millî ismi altında tanıyarak gerçekleşmesi uğrunda bütün milletin ömrünü tüketmeyi göze aldığı kurtuluş belgemizin kudret, kuvvet ve niteliği ne ise, 1 Kasım kararının da değer ve önemi odur. Misak-ı Millî vatanın dış düşman karşısındaki vaziyet ve yerini belirleyen bir kural olduğu gibi, 1 Kasım 1922 kararı da, yüzyıllardan beri cahillik ve şaşkınlığın koruyucusu, düşkünlük ve uğursuzluğun babası bulunan ve milletimiz için dahilî ve daimî bir düşman olan bireysel saltanata ve onun temsil ettiği uğursuz bir yönetim şekline yönelmiş bir kutsal silâhtır. Yüzyıllarca ve yüzyıllarca süre mert ve kahraman bir kararlılığa belirti alanı olmuş bir vatanı düşmana teslim etmek cüretini gösterenler, o cüreti ancak o yönetimin ruhunda, şeklinde ve niteliğinde bulmuşlardı.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s.296-297)
Herhalde hilâfetin kaldırılması memleket ve millet için çok hayırlıdır ve pek az bir zamanda bütün bu iyilikler görünecektir. Geçmişteki hareket tarzlarına ait pişmanlıklar bu nedenle tekrar olunamayacaktır.
1924 (Atatürk’ün S.D.V, s. 99)
Yeni Türk Devleti’nde hilâfetin yeri yoktur
Milletimizin kurduğu yeni devletin alın yazısına, işlerine bağımsızlığına, unvanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştırtamayız! Milletin kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonuna kadar koruyacaktır! Bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak göreviyle yükümlü olduğu hayal edilen bir halifenin görevini yapabilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine uyamaz.
Millet, buna razı olamaz! Türkiye halkı bu kadar büyük bir sorumluluğu, bu kadar mantıksız bir görevi yüklenemez.
Milletimiz, yüzyıllarca bu saçma görüş açısından hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlâtlarının miktarını biliyor musunuz? Suriye’yi, Irak’ı korumak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutulabilmek için ne kadar insan yok oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuç ne oldu, görüyor musunuz?
Halifeye, dünyaya meydan okutmak ve onu bütün İslâm işlerinde etki sahibi kılmak fikrinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on misli nüfustan meydana gelen büyük İslâm kitlelerinden istemelidir! Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının, artık, kendi yaşam ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur; başkalarına verebilecek bir zerresi kalmamıştır!
Bir an için farz edelim ki, Türkiye, söz konusu görevi kabul etsin.. Bütün İslâm âlemini bir noktada birleştirerek yönetmek amacına yürüsün ve başarı da sağlamış olsun! Pekâlâ ama, uyruğumuz ve yönetimimiz altına almak istediğimiz milletler, derlerse ki, bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz. Fakat, biz bağımsız kalmak istiyoruz. Bağımsızlık ve egemenliğimize kimsenin karışmasını uygun görmeyiz! Biz kendi kendimizi yönetecek güce sahibiz! O halde, Türkiye halkının bütün çalışma ve özverisi, sadece bir teşekkür ve dua almak için mi göze alınacaktır? Görülüyor ki, bir boş heves için, bir kuruntu ve hayal için, Türkiye halkını mahvetmek istiyorlardı. Hilâfet ve halifeye görev ve yetki vermek fikrinin niteliği bundan ibaretti.
Halka sordum: Bir İslâm devleti olan İran veya Afganistan, halifenin herhangi bir yetkisini tanır mı? Tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz; çünkü devletinin bağımsızlığını, milletinin egemenliğini zedeler. Millete, şunu da hatırlattım ki, kendimizi dünyanın hâkimi zannetmek dalgınlığı, artık devam etmemelidir. Gerçek yerimizi, dünyanın durumunu tanımamaktaki dalgınlıkla, ileriyi düşünmeyerek ölçüsüz davrananlara uymakla milletimizi sürüklediğimiz felâketler yetişir! Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz!
1923 (Nutuk 11, s. 712)
İstanbul’da saltanatlarının, zevk ve eğlenceye düşkünlüklerinin, çıkarlarının devam ettirilmesini düşmanların anavatanımızı istilâ etmek emellerine uydurmakta, onlarla işbirliği yapmakta, düşman devletlerin her isteğine boyun eğmekte asla tereddüt göstermeyen, vicdanları sızlamayan, milletimizin özgür ve bağımsız yaşama kararını kırma için haince girişimlerden çekinmeyen sultan ve halifenin, artık bu vatanda asla yeri yoktur ve olamaz.
1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ.S., s. 39)
Türk milletinin başında belâ olduğu yüzyıllardan beri kanıtlanmış olan hilâfetin kaldırılmasıyla Türk Cumhuriyeti, tarihin akışında lâyık olduğu temiz ve kuvvetli saygınlık düzeyini hakkıyla elde etti. Cumhuriyet Halk Partisi, Türk bağımsızlığı gibi Türk Cumhuriyeti’ni de hilâfetten ve her türlü ortaklık ve karışmalardan uzak sağlam ve güvenli şekilde sonsuza değin korumaya vücudunu adamayı, vatanın birinci derecede varlık sebebi saymaktadır.
1927 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s.530)
Unvanı halife olsun, ne olursa olsun hiç kimse, bu milletin yazgısında ortaklık sahibi olamaz. Millet, buna kesinlikle izin veremez. Bunu teklif edecek hiçbir milletvekili bulunamaz.
1922 (Nutuk il, s. 700)
Millî egemenlik ilkesi, hilaf etsiz Türk Cumhuriyeti ile en sağlam şekline ulaştırıldı.
1927 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 531)
Açık ve kesin söylemeliyim ki, İslâm topluluğunu bir halife ürkütücü hayaliyle hâlâ uğraştırmak ve aldatmak çabasında bulunanlar, yalnız ve ancak İslâm topluluğunun ve özellikle Türkiye’nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna hayalini bağlamak da, ancak ve ancak bilgisizlik ve dalgınlık eseri olabilir.
1927 (Nutuk II, s. 851)
Dinle hilâfeti birbirinden ayırt etmek gerekir. Birincisi ne kadar faydalı ise ikincisi o kadar gereksiz bir hal almıştır. Hilâfeti kaldırdığımız günden bugüne kadar kimsenin buna sahip çıkmaması, Müslüman dünyasının halifesiz de yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel örnek değilmidir?
1932 (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 117)
Hilâfet, geçmişin bir rüyası olup zamanımızda gereği yoktu.
1924 (Atatürk’ün S.D.V, s. 107)
Halifelik teklifi ve Atatürk’ün cevabı
Büyük Millet Meclisi, hilâfeti kaldırdığı zaman, Antalya Milletvekili, din bilginlerinden Rasih Efendi*, Kızılay adına, Hindistan’da bulunan bir kurulun başkanı idi. Rasih Efendi, Mısır’a uğrayarak Ankara’ya döndü. Benden görüşme isteyerek şu demeçte bulundu: “Yolculuk ettiği memleketlerde, Müslümanlar, benim halife olmamı istiyormuş. Yetki sahibi İslâm kurulları, Rasih Efendi’yi, bana hu hususu bildirmek için vekil yapmış…” Rasih Efendi’ye verdiğim cevapta, İslamların bana olan yakınlık ve sevgilerine teşekkür ettikten sonra, dedim ki: “Siz din bilginlerindensiniz! Halifenin devlet başkanı demek olduğunu bilirsiniz. Başlarında, kralları, imparatorları bulunan halkın, bana ulaştırdığınız arzu ve tekliflerini, ben nasıl kabul edebilirim. Kabul ettim desem, buna o halkın bireyleri razı olur mu? Halifenin emir ve yasağı yapılır. Beni halife yapmak isteyenler, emirlerimi yerine getirmeye muktedir midirler? Bu sebeple geçerliği, anlamı olmayan, kuruntuya dayanan bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?”
1924 (Nutuk 11, s. 850-851)
Halifeliğin kaynağı
Tarihimizin en mutlu dönemi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı hilâfeti her nasılsa kendisine mal etmek için nüfuzunu, itiyadını, servetini kullandı. Bu sırf bir tesadüf eseridir. Peygamberimiz, tilmizlerine dünya milletlerine İslâmiyeti kabul ettirmelerini emretti; bu milletlerin hükümeti başına geçmelerini emretmedi. Peygamberin zihninden asla böyle bir fikir geçmemiştir. Hilâfet demek, yönetme, hükümet demektir. Gerçekten görevini yapmak, bütün Müslüman milletlerini yönetmek istiyen bir halife, bunu nasıl başarır? îtiraf ederim ki, bu şartlar içinde beni halife yapsalar, derhal istifamı verirdim. Fakat tarihe gelelim, gerçekleri inceleyelim. Araplar Bağdat’ta bir hilâfet kurdular; fakat, Kurtuba’da bir hilâfet daha oluşturdular. Ne İranlılar, ne Afganlılar, ne Afrika Müslümanları, İstanbul halifesini asla tanımadılar. Bütün İslâm milletleri üzerinde yüce ruhanîlik görevini yapan yegâne halife fikri, gerçekten değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman Roma’daki Papa’nın Katolikler üzerindeki kuvvet ve gücünü gösterememiştir.
1923 (Atatürk’ün S.D. m, s. 69)
İslâm âleminde Türkler, halifenin maddî gereksinimlerini fiilen temin eden tek millettir. Dünyayı içine alan bir hilâfeti destekleyenler şimdiye kadar her türlü ortaklıktan kaçınmışlardır. O halde, ne iddia ediyorlar? Yalnız Türkler bu kurumun yüküne katlansınlar ve yine yalnız onlar halifenin hâkim nüfuzuna uyma… Bu iddia çok aşırıdır.
1923 (Atatürk’ün S.D. III, s. 70)
Müdafaa-i HukukCemiyeti’nden Halk Fırkası*’na
Halk Partisi, memleket ve millet her türlü dayanaktan mahrum bırakılarak felâkete atıldığı korkunç karmaşada bütün milleti kadrosu içine alarak kuvvet ve kudret yapan, dış düşmanlarını kovan, iç düşmanlarını ortadan kaldıran, halka özgürlük ve egemenlik sağlayan kutsal bir dernektir.Halk Partisi, hiçbir safsataya ilgi göstermeyerek Türk Cumhuriyeti’ni kuran devrimci bir ruhun bütün memlekette belirmesi ve organlaşmasıdır. Halk Partisi, Türkiye’yi uygar âleme sokan ve orada yükseltmeyi üstlenen kararlı bir partidir.
1924 (Atatürk’ün S.D.1I, s.189)
Başkanlığını taşımakla övündüğüm Cumhuriyet Halk Partisi, diğer memleketlerde olduğu gibi basit sokak siyaseti yapan bir parti değildir. Saygıyla tekrar edeceğim ki Halk Partisi, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti gibi bütün milleti aydınlatma ve bütün millete yol göstericilik göreviyle yükümlüdür. Partimize adî politikacılık yöneltenler nankör insanlardır.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s.224)
Bugün memleket yönetimi sorumluluğunu taşıyan kurul, bence ülkü ve amaç bakımından, bütün milleti içine alan ve adı Halk Fırkası olan cumhuriyet partisidir. Bu partinin esas kuralı, memleket ve milletin gerçek kurtuluş ve mutluluğunu sağlamaya çalışmaktır ve amaca ulaşan yol bence budur ve bellidir. O da cumhuriyeti destekleme ve sağlamlaştırma ile beraber fikrî ve sosyal devrimde ve uygarlık ve yenilik yolunda milletin kararlı ve başarı ile yürümesini sağlamaya aracılık etmektir.
1924 (Atatürk’ün S.D.H, s.191)
Halk Partisi’nin kadrosu bütün millet bireyleridir. Bu gerçeği düşünemeyenler henüz beyinlerini düşündürmeye alıştırmayan talihsizlerdir.
1925 (Atatürk’ün S.D.H, s.224)
Cumhuriyet Halk Partisi’nin esas düşünce ve dileği vatandaşları her türlü ayrılıktan korumak, onları kendileri ve büyük Türk ulusu için faydalı kılmaktır.
1935 (Atatürk’ün S.D.I, s.368)